27 Mayıs 2015 Çarşamba

30 yaş üstü adamla 25 yaş altı kadın ilişkisi

Hiç anlayamadılar bizi! diye başlar bu entry. Zaten kim kimi anlamıştır ki gerçekten bu dünyada. İnsanın en büyük hatası anlaşılmayı beklemektir belki de. Orta yaşlı adamı kadına çeken gençliktir; kırışmamış göz çevreleri, tazecik memeler, daha pek kirlenmemiş gelecek hayalleri, her şeyi senden öğrenmeye hazır, tecrübesiz bir beyin (bu büyük yalan işte, daha benim taso oynadığım yaşlarda duvardan duvara seks yapmış oluyor birçoğu )... 

O çok övünülen Z kuşağı işte bunlar. Hani gezi'de herkesten önce koşturanlar.. Her şeyi çok bilen kuşak.. ki biliyorlar da zaten, çok çabuk öğreniyorlar, çok çabuk adapte oluyorlar. Ama atladığımız bir şey var; çok çabuk da tüketiyorlar. Biz memeyle kırışıksız göz derdine düşerken onlar 20 yılı birazcık geçmiş ömürlerinde sahip oldukları doğrulardan bir adım geri atmıyorlar. Biz atıyor muyuz? biz de atmıyoruz. 35'ime merdiven dayamış, `metin-ali-feyyaz`'la, `meybuz`la büyümüş adamım ben, nasıl değişeyim. Evet belki 2 tarafta değişemez, ama özveride bulunabilirler. Bu kuşağın sorunu da burada başlıyor işte. O kısacık ömürlerinde sahip oldukları doğruların değişmemesi uğruna her şeyden vazgeçebiliyorlar. Kimsenin tecrübesinden faydalanmıyor, bize de o hayal ettiğimiz taze beyinle oyun hamuru gibi oynama fırsatını vermiyorlar. sonuç; Belki çok üzülüyorlar, Çok ağlıyorlarlar ama başları dik, kendinden ödün vermemenin haklı gururunu yaşıyorlar kendilerince. 

Bize karşı hiç cömert olmayan "zaman", elbet onlara da aynı hainliği yapacak. Yıllar geçecek, sonra o edinilen tecrübeler sana kaybettiğin insanların hesabını soracak. 7 yaşındaydım ben annem babam ayrıldığında, ilk ayrılık üzüntümü o zaman yaşadım. Bir daha böyle üzülmem diyordum çocuk aklımla. 19 yaşında üniversitede ilk ciddi ilişkime başladım, 24'ümde her şeyi öğrenmiş tam bir erkek olarak ayrıldım ondan. Çok üzüldüm, çok ağladım, daha da hiç bir şeye üzülmem diyordum, yine yanıldım. 27 yaşımda bu lanet facebookun ilk patlamasıyla ortaokul aşkımı buldum, 8 ay sonra karşılıklı anlaşarak ayrıldık, yine çok üzüldüm. 30'umda çalıştığım şirketin en güzel kızıyla çıktım, 1 sene sonra ayrıldık, dünya yine benim başıma yıkıldı. Ben anladım ki yıllar geçtikçe insanın vazgeçme eşiği de düşüyor. Bunun tersi olacağını düşünürdüm hep. Belki yaşlanıp yalnız kalma korkusuna kapılmamızdan belki de zor bulunan şeylerin farkına varıp buna daha fazla sahip çıkma isteğimizdendir bu. 

Sonuç yine bir züğürt tesellisi; elbet bir gün bu koduğumun Z kuşağı da doğrularının değişebileceğini öğrenecek. Ama bizler onların doğrularının esnekleşmesini bekleyecek yaşta değiliz. O yüzden 30 üstü adamlar! ; 25 altı kadınlardan uzak durun...

Son olarak; taze memeler hala çok güzel. 

1 Mart 2014 Cumartesi



Notos dergisi geçen ay 249 yazara sorarak Türk edebiyatının 40 klasiğini seçmiş. Çok da güzel yapmış. 

Liste uzun, hayat kısa, kuşlar uçuyor. Daha bunun yabancılar listesi var, ölmeden önce okunması gerekenleri var, yeni çıkanları var, var oğlu var. 

Peki okumaya vaktimiz var mı? 

Akıllı telefonlarımızdan, sosyal medyamızdan, magazinimizden, dizilerimizden, mesaili işlerimizden, kariyer sevdamızdan, akraba ilişkilerimizden, alışverişimizden, en önemlisi libidomuzdan, bir de her gün patlayan kaset skandallarımızdan, eylemlerimizden  zaman kalırsa elbette var. Herkesin önem sırası kendine tabi. Biz listeyi yazalım da bir yerlerde dursun, belki bir gün lazım olur...


1. İnce Memed - Yaşar Kemal

2. Tutunamayanlar - Oğuz Atay
3. Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar
4. Memleketimden İnsan Manzaraları - Nâzım Hikmet
5. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
6. Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan
7. Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
8. Alemdağ’da Var Bir Yılan - Sait Faik Abasıyanık
9. Yunus Emre Divanı
10. Aşk-ı Memnu - Halit Ziya Uşaklıgil
11. Kara Kitap - Orhan Pamuk
12. Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin
13. Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal
14. Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali
15. Aylak Adam - Yusuf Atılgan
16. Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu
17. Dede Korkut Kitabı
18. Kendi Gök Kubbemiz - Yahya Kemal Beyatlı
19. Seyahatname - Evliya Çelebi
20. Eylül - Mehmet Rauf.
21.Devlet Ana - Kemal Tahir
22. Bir Gün Tek Başına - Vedat Türkali
23. Hüsn ü Aşk - Şeyh Galip
24. Sevgili Arsız Ölüm - Latife Tekin
25. Fuzulî Divanı
26. Mai ve Siyah - Halit Ziya Uşaklıgil
27. Benim Adım Kırmızı - Orhan Pamuk
28. Ölmeye Yatmak - Adalet Ağaoğlu
29. Sinekli Bakkal - Halide Edip Adıvar
30. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Peyami Safa
31. Puslu Kıtalar Atlası - İhsan Oktay Anar
32. Semaver - Sait Faik Abasıyanık
33. Bir Düğün Gecesi - Adalet Ağaoğlu
34. Çocuk ve Allah - Fazıl Hüsnü Dağlarca
35. Bütün Şiirleri - Orhan Veli Kanık
36. Araba Sevdası - Recaizade Mahmud Ekrem
37. Üvercinka - Cemal Süreya
38. Bütün Şiirleri - Karacaoğlan
39. Parasız Yatılı - Füruzan
40. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti - Sevgi Soysal

2 Ocak 2014 Perşembe


Bizden hiç bir şey olmazdı, bunu biliyordum. Yine de  sabahları senden erken kalkıp geceden kalan şarap kadehlerini yıkamak, markete gidip peynir ve yumurta almak, sonra onları karıştırıp omlet yapmak hoşuma gidiyordu. 

Sen benden saatler sonra uyanır, senin için hazırladığım sofrayı görüp o aşırı çatallı sesinle severdin beni. Başka zamanlarda olmasa bile, o sabah saatlerinde severdin beni. 

Ve ben de seni severdim. 

Ben zaten seni hep severdim...

Doğru düzgün bir şeyim yoktu. O zamanlar insanlar kıyafetsiz de sevilebiliyordu demek ki! Oysa sen, bacağında dönen kotların, pileli eteklerin ve kafana çıtçıtlarla tutturduğun yalancı rastalarınla her zaman doğru düzgündün. Gerçi ben de senin elbisesiz halini tercih ederdim. Çıplaklık kimseye yakışmıyordu sana yakıştığı kadar.

Havalar hiç soğumamıştı ben seninleyken. İlişkinin mevsimiyle alakası yok, tabii ki ben seni seviyorum diye sıcaktı havalar. Biz yine de sokağa şemsiyesiz çıkmazdık, belki yağmur yağardı. Yağsaydı eminim dünyanın en güzel yağmuru olurdu. Ama o yağmur hiç yağmadı. 
 


Hayatımın en güzel dakikaları, Feneryolu'nda ki evinin arka tarafa bakan balkonunda, dünyanın en güzel bitki çayları eşliğinde uzun sohbetler yaptığımız yaz akşamlarıydı. Ben bir daha kimseyle öyle uzun uzun konuşamadım. 


Bizden hiç bir şey olmazdı, biliyordum. Ama ben seni seviyordum...


1 Ocak 2014 Çarşamba



Bir yılı daha saçma sapan telaşlar, gereksiz uğraşlar içinde tamamladık. Gelsin sıradaki...
Günlerdir düşünüyorum 2012 mi daha kötüydü, 2013 mü diye. Tam karar veremesem de, herhalde 13 daha kötüydü. Bu yıla dair hatırladığım 2 güzel şey yurtdışı gezilerim ve Gezi Parkı direnişiydi.
Hayatıma kimse girmedi, kimse çıkmadı. Çıkan 2 kere çıkamıyor zaten.


Neyse 2013'ü yine bir tutunamayan olarak tamamladık.

Önümüzdeki yıl için yine çok şahane planlarım yok tabi. Ama eğer uygulamaya koyabilirsem, bir iki karar aldım. Hükümeti değiştireceğim öncelikle. Bunlar baya kötü kokmaya başladı. Sonra, mesaisiz bir iş düşünüyorum kendim için. Sabahları istediğim saatte uyanıp, elimde kahve ile camdan sokağı izleyeceğim hafta içlerinin özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Bunu becerirsem pazartesi günleri öğlenin ikisinde Kızıltoprak sahilinden çekilmiş fotoğraflarımı paylaşıp çalışan arkadaşlarıma selam göndereceğim. Üzerimde röptöşembırım, yeni romanım üzerine kafa patlatacağım. En büyük telaşım bu olacak. Bir de akşam  ne yemek yapacağım.

Yılın son günü kafama bir kuş sıçtı, piyangoda son 2 rakamı bildim ve yeni yıla öpüşerek girdim. Bu yüzden 2014'den çok umutluyum. Yani, yok aslında çok umutlu değilim. Bir şeyler için çok umutlanmayı kendime yakıştıramadım şimdi. Az umutluyum diyelim. Az olması hiç olmamasından iyidir.


4 Aralık 2013 Çarşamba

Günler hızlı geçiyor evet. Hiç bir şeye zaman ayıramıyoruz, evet. Boş vakitlerimizi, daha fazla boş zamanız olsa neler yapabiliriz hayalleri kurarak geçiriyoruz evet. Ama bunlar bizim suçumuz değil, Dünyanın, güneşin, ayın suçu. Acelesi varmış gibi koca ekseni etrafında  24 saatte dönen dünyanın suçu. Biz 3 saatte karşıya geçemezken, 30 günde dünyayı turlayan ayın suçu. 365 günde dünyaya etrafını gezdiren güneşin suçu... 

Sorun benim, bizim değil, tüm insanlığın sorunu, ama suç galaksimizin suçu....

Mesela dünya biraz ağırdan dönseydi ekseni etrafında, 1 gün 24 değil de 32 saat olsaydı mesela, ben şu an 32 değil de 24 yaşında olacaktım. 8 saat yavaşlayan dünya bana, benden çaldığı 8 yılı geri verecekti. 

Çok adisin dünya! Bunu zaten biliyorduk dimi?

Emekli olmama daha 15 yıl var, ben sabah 7'de kalkıp evden çıkıyor, akşam 8'de  tekrar eve dönüyorum. Kariyerim için endişelenip mesaiye kalıyor, Pazartesi sabahları üstlerime kocaman gülümsüyorum. Ne mi yapıyorum? Hayatımı kazanıyorum. Çalışarak hayat kazanılmaz, harcanır! Ben bunu bir türlü kabullenemiyorum.. 

Çok adisin Kapitalizm! Bunu da zaten biliyorduk dimi?

2 senedir babamı görmüyorum, annemin evine aşure yaptığı zaman gidiyorum, yakın arkadaşlarım menfaatlerimle orantılı olarak iletişim alanımdalar.

Çok adiyiz be insanoğlu!

Yine de Nazım haklı aslında;

Yaşamak güzel şey be kardeşim!

Yaşamayı bilene ama...

28 Kasım 2013 Perşembe

Biz uzun cümleler kuramıyoruz ama kimileri böyle seviyor işte;

" Birlikte gittiğimiz bir misafirlikte, ağır havası sigara dumanlarıyla mavileşmiş bir odada, senden üç adım ötede oturan bir anlatıcının hikayesini dinlerken, geceyarısı o 'ben burada değilim' ifadesi ağır ağır yüzünde belirdiğinde severdim seni; tembellikle geçen bir haftadan sonra, gömleklerinin, yeşil kazaklarının ve bir türlü atmaya kıyamadığın eski geceliklerinin arasında bir kemeri istemeye istemeye ararken, açık kapısından içerisi gözüken dolaptaki inanılmaz karışıklığı farkettiğinde yüzünde beliren yılgınlık ifadesini severdim; bir heves ressam olmaya karar verdiğin çocukluk günlerinde, dedeyle birlikte masaya oturup ağaç çizmeyi öğrenmeye koyulduğunda, dedenin konu dışına çıkan takılmalarına öfkelenmeden güldüğünde seni severdim; dolmuşun kapısını ucu dışarıda kalan mor paltonun üzerine kapandığında ve şimdi elinde tuttuğun 5 liranın, şimdi yere düşüp kaldırım kenarındaki ızgaraya doğru kusursuz bir yay çizerek ne güzel yuvarlandığını gördüğünde yüzünde beliren oyuncu şaşkınlığı severdim; severdm seni, pırıl pırıl bir nisan günü küçük balkonumuza çıkıp sabah astığın mendilin hala kurumadığını, demek ki güneşin seni aldattığını anladığında ve hemen sonra, arka arsadan gelen çocuk cıvıltılarına hüzünle kulak kabarttığında seni severdim; birlikte gittiğimiz bir filmi bir üçüncü kişiye hikaye ederken belleğinin ve hatırladıklarının benimkinden ne kadar farklı olduğunu korkuyla anladığımda seni severdim; severdim seni; aile içi izdivaçlar ve akrabalar arası evlilikler üzerine bol resimli bir gazetede makale döktüren profesörün incilerini bir köşeye çekilip bana sezdirmeden okuduğunu gördüğümde ve ne okuduğunu değil, ama okurken yalnızca üst dudağının Tolstoy kahramanları gibi hafifçe öne çıktığını gördüğümde seni severdim; asansör aynasında kendine bir başkasına bakar gibi bakışını ve nedense bu bakıştan sonra hatırladığın şeyi telaşla çantanın içinde arayışının severdim; biri yan yatmış ince bir yelkenli, kambur durmuş bir kedi gibi yanyana durarak saatlerce seni bekleyen topuklu ayakkabılarının içine aceleyle girişini ve saatler sonra, eve döndüğünde ayakkabıları gene aynı çamurlu ve asimetrik yalnızlığa terketmeden önce kalçalarının, bacaklarının ve ayaklarının kendi kendilerine yaptıkları hünerli hareketleri seyretmeyi severdim; sigara küllüğünü tepeleme dolduran izmaritlere ve kara başlarını umutsuzca bükmüş yanık kibritlere bakarken kederli düşüncelerin kimbilir nereye gittiğinde seni severdim; severdim seni her zaman yürüdüğümüz sokaklarda, bir an sanki o sabah güneş batıdan doğmuş gibi yepyeni bir ışık ve yepyeni bir köşeyle karşılaştığımızda, sokakları değil, seni severdim; birden çıkan lodosla karların eridiği ve İstanbul'un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin Uludağ'ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim; çinko tenekelerle yüklü ağır arabayı çeken sucunun yorgun ve yaşlı atına kederle baktığında severdim seni; dilencilere para vermeyin, onlar aslında çok zengin diyenlerle alay ettiğinde ve herkes labirentimsi merdivenlerden kıvrılarak sinemadan yeryüzüne ağır ağır çıkarken, bir kestirme bulup bizi herkesten önce kaldırıma çıkardığın zamanki mutlu gülüşünü gördüğümde seni severdim; Saatli Maarif takviminden bizi birlikte ölüme yaklaştıran yaprağı koparttıktan sonra, en altta günün yemeği olarak önerilen etli nohut, pilav, turşu ve karışık kompostoyu, yaklaştığımız ölümün bir işaretini okur gibi ağırbaşlı ve hüzünlü bir sesle okumanı ve Kartal marka ançuvez tüpünün önce rondelayı çıkartıp, sonra kapağı sonuna kadar çevrilip açılacağını bana sabırla öğrettikten sonra, üretici Mösyö Trellidis'in saygılarıyla, demeni severdim; kış sabahları yüzünün renginin şehrin üzerindeki soluk beyaz göğün renginde olduğunu gördüğümde, çocukluğumuzda, caddenin ırmağından akan arabalar arasından, bir kaldırımdan öteki kaldırıma bir koşu çılgın ve neşeli geçişini seyrettiğim zamanki gibi, seni endişeyle severdim; severdim seni, cami avlusunda, musalla taşında  yatan tabuta konan kargaya dikkatle ve gülümseyerek baktığında, radyo tiyatrosu taklidi sesinle annenle babanın kavgalarını oynadığında seni severdim; ellerimin arasına dikkatle başını alıp gözlerinde hayatımızın gittiği yeri korkuyla gördüğümde seni severdim; vazonun yanında, neden orada bıraktığını anlayamadığım yüzüğünü günler sonra gene orada gördüğümde seni severdim; dikine değil yanlamasına kesitiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim; öğle vakti, yazı masamın üzerinde oraya kadar nasıl geldiğini anlayamadığım bir tel saçını gördüğümde ve birlikte çıktığımız bir yolculukta, tıkış tıkış belediye otobüsünün tutunma demirlerine sarılan öbür eller arasından yan yana duran ellerimizin birbirine ne kadar az benzediğini kederle gördüğümde, seni kendi gövdemi tanır gibi, beni terk eden ruhumu arar gibi, bir başka kişi olduğumu acı ve sevinçle anlar gibi severdim, severdim seni; nereye gittiğini bilmediğimiz bir trene bakarken yüzünde beliren esrarlı ifadeyi ve bu kederli bakışının tıpatıp aynısını, bir akşamüstü sürülerle kargaların çığlıklar atarak çılgın gibi uçtuğu bir saatte, elektrikler birden kesildiğinde evimizin karanlığı ve dışarısının aydınlığı yavaş yavaş yer değiştirirken gene esrarlı ve hüzünlü yüzünde ben gördüğümde kapıldığım o çaresizlik acı ve kıskançlıkla severdim seni.

Orhan Pamuk / Kara Kitap

4 Ekim 2013 Cuma

Sen beni kolay lokma mı sandın? dedi bana kadın...

Öyle olmadığını düşündüğüm için şu an rüyamın içindesin dedim.

Gel o zaman odaya gidelim dedi.

Peşinden gittim tabii ki, böyle durumlarda nefsimi beynim kontrol etmiyor. Ağzımda 2 kalıp Hollanda peyniri vardı. Ben başka hiçbir şey hatırlamıyorum ama o beni Hollandayla özdeşleştirmiş olmalı. Ya da ben böyle olmasını umuyorum. 

Bir daha hiç görmedim, adı ortak arkadaşlarımızca bir kaç kere anılması dışında hiç bir muhabbete konu olmadı. Telefon yok, sosyal medya yok... Şimdi ben ne zaman Hollanda peyniri yesem dudağımda az hüzünlü bir gülümseme ile adını sayıklıyorum içimden.